Polonya’daki Wroclaw şehrinden saat 17:00 uçağıyla Paris Aeroport Paris Beauvais Tille Havaalanı’na geldik. Uçak firması olarak, Avrupa’daki gençlerin vazgeçilmez tercihi olan Ryanair’ı seçtik, bütçemize uygun olduğundan. Havaalanına indikten sonra şöyle bir etrafımıza baktık. Araba kiralayabileceğimiz bir şirket vardı. İlk başta araba kiralamak istedik fakat fiyatları uygun olmadığı için ve tekrar aynı yere bırakmak zorunda olduğumuz için kiralamadık. Oradan yaklaşık 17 Euro‘ya otobüs bileti aldık. Alırken içimiz yandı açıkçası, çünkü uçak biletimiz aldığımız otobüs biletinden daha ucuzdu. Aslında parasında değiliz ama ucuza gezmeye alışınca insan o psikolojiye giriyor. Bir buçuk saatlik otobüs yolculuğundan sonra şehir merkezindeki 23 Avenue de la Grande Armée’e vardık.
Karnımız acıktı, caddenin üzerindeki McDonald’s’a girdik. Ücretler euro üzerinden olunca biraz tuzlu oluyor tabi. Fakat ilginçtir, Viyana’da yediğimiz kazığı burada yemiyoruz ve Big Mac menüsüne 7 Euro gibi cüzi bir miktar ödeyip yemeğimizi yiyoruz. Yemeği yedikten sonra cadde üzerinde biraz ilerliyoruz ve karşımıza Arc de Triomphe (Zafer Takı) çıkıyor.
Paris’e akşam vardığımız için bu güzel anıtı gündüz gözüyle göremiyoruz. Anıtın bulunduğu yer bir kavşak. 12 büyük caddeyi birbirine bağlıyor. Napolyon, Fransız İhtilali’nden sonra ordusuyla Avusturya’ya doğru ilerlemiş ve Çek Cumhuriyeti’nin bir kasabasında Fransız ordusu, Rus ve Avusturya ittifakını bozguna uğratmış. Fransızlar geri dönerken Napolyon “Evinize zafer taklarının altından geçerek gideceksiniz” demiş ve 1806 yılında Arc de Triomphe’un yapılmasını istemiş. Anıt inşa aşamasındayken Ruslarla 1810 yılında bir savaş yapılmış ve uzun bir süreliğine inşasına ara verilmiş. Tam 22 yıl sonra inşasına devam edilmiş ve 1836 yılında tamamlanmış. 1940 yılında ölen Napolyon’un cenazesi bu anıt altından geçirilmiş.
Anıtı geçtikten sonra Eyfel Kulesi’ne doğru gidip oradan karşı tarafa geçip kalacağımız hostele varmaya çalışıyoruz. Caddeleri bir bir geçerken Eyfel Kulesi’ne yaklaşıyoruz fakat Sen Nehri’ni tam olarak nereden geçeceğimizi, yani geçeceğimiz köprünün nerede olduğunu bilmiyoruz. Kaldırımda giderken karşımda bir genç kız ve erkek arkadaşını gördüm. Nasıl geçeceğimizi sorayim dedim. Yanlarına gittim ve İngilizce bilip bilmediklerini sordum (Fransızların İngilizce’ye karşı bir antipatisi var). Kız “evet” dedi. Karşı tarafa geçmek istediğimi ve taraftan gitmem gerektiğini sordum. Kız başladı Fransızca konuşmaya. Kedi canını senin! İngilizce biliyor musun diye sorduk, biliyoruz dedin. Şimdi de gelmiş Fransızca anlatıyorsun. Neyse ki el kol hareketlerinden ne tarafa doğru gitmemiz gerektiğini öğrendik. Eyfel Kulesi’nin altından geçtik ve kalacağımız hostele metro ile gittik. Ertesi gün gideceğimiz ilk yer kuşkusuz La Tour Eiffel (Eyfel Kulesi) oldu.
Hafif yağmur atıştırmasına rağmen insanlar inatla yaklaşık bir saat o kuyrukta bekliyorlar. Biraz Eyfel Kulesi’nden bahsedeyim. Kule, Paris’e her yıl 6 milyondan fazla turist çekiyor. Bu zamana kadar gelen turist sayısı 200 milyondan fazlaymış. Eyfel Kulesi’nin tasarımcısı Gustave Eiffel. Gustave, kuleyi sadece Fransız İhtilali’nin 100’üncü yılını kutlamak adına yapılan bir fuar için tasarlamış. Kule, fuarın giriş kapısı gibi görülmek istenmiş. Yaklaşık 8 milyon Frank para harcanmış (yapımında hiç işçi ölümü olmaması şaşırtıcı) ve sadece 20 yıl için izin alınabilmiş. Bu kadar para harcanmasına rağmen 20 yıl izin alınmasının nedeni, aydınlar ve şehir halkı tarafından kulenin şehrin silüetni bozduğu düşüncesi.
Çok sayıda ünlü düşünürler, ressamlar, şairler kulenin şehir için bir utanç kaynağı olduğunu düşünmüş, hatta bununla ilgili halka yönergeler bile dağıtılmış. Sökülmemesinin nedeni ise, sırf 300 metrelik bu demir kuleyi merak edip görmek isteyen turistlerin sayısı olmuş. Çok fazla turist çekmesi halkı şaşırtmış (5 ayda 2 milyon turist) ve 1909 yılında sökülmesi planlanan Eyfel Kulesi süresiz olarak kalması kararlaştırılmış. İkinci nedeni ise kulenin en üstünde yer alan antenin, Fransa ile diğer denizaşırı ülkeler arasındaki iletişimi sağlıyor olması. Yüksekliğinin fazla olması nedeniyle intehar olayları eksik olmamış. 400’den fazla kişi kuleden atlayıp intehar etmiş. Bunun üzerine hükümet turistlerin bulunduğu yerlere demir parmaklıklar yaptırmış. 2003 yılında kulenin en üst bölümündeki ziyaretçi bölümünün üstüne kısa devre sonucu yangın çıkmış fakat en kısa zamanda can kaybı yaşanmadan söndürülmüş. Vaktinde Adolf Hitler de Eyfel Kulesine çıkmış, hatta parlemento binasının üstünde, arkasında Eyfel Kulesi’nin olduğu bir poz bile var.
Eyfel Kulesi’nden sonraki durağımız Musee Rodin (Rodin Müzesi).
Rodin Müzesi, Paris’in göbeğinde olan ünlü müzelerden bir tanesi. Bahçesinde herkesin bildiği “Düşünen Adam Heykeli (Le Panseur)” var. Heykel ünlü Fransız heykeltraşçı Auguste Rodin tarafından yapılmış. Paris’in bir filozof şehri olduğunu beyan eden bir heykel. Müzede 200’den fazla tarihi eser var. Bunlardan en önemlisi La Porte de l’Enfer (Cehennem Kapısı). Bu da yine Auguste Rodin’in eseri. Bir çok müzede olduğu gibi Rodin Müzesi de pazar günleri ücretsiz.
Bir sonraki durağımız Rodin Müzesi’nin hemen yanındaki Invalides – Musée de l’Armée (Fransız Askeri Müzesi).
Fransız Askeri Müzesi’ni önemli kılan özelliği Fransızların göğüslerini gere gere anlattıkları kişi Napolyon’un mezarının burada olması. Müzede Fransızların kullandıkları silahlardan, toplardan, resimlerden heykellerden görebilirsiniz. Müzenin hemen ön tarafında mimarisiyle herkesi büyüleyen Saint-Louis Katedrali var. Katedralin kubbesi altın varaklarla süslenmiş. Zaten Paris’e yukarıdan bakıldığında hemen farkediliyor, güneş gibi parlıyor mübarek. İçerisinde tam ortasında, yuvarlak bir çukur bölüm var. İçinde ne var diye merak ederken bir de bakıyorsunuz ki yuvarlak yerin tam ortasında kahverengi bir mozole görüyorsunuz. İşte ünlü Napolyon’un mozolesi de o.
Bir sonraki durağımız Le Seine (Sen Nehri).
Sen Nehri, 776 km’lik uzunluğuyla Fransa’nın en uzun ikinci nehri. Manş Denizi’ne dökülüyor. Paris, bu nehrin etrafına kurulmuş, resmen şehri ikiye bölüyor. Kuzeyine sol yaka, güneyine sağ yaka deniliyor. Aslında bu yönüyle İstanbul’u andırıyor. Paris’in sol yakası, İstanbul’un Anadolu yakası; sağ yakası Avrupa yakası. Sol yakasında gayet sakin bir yaşam varken sağ tarafta bir çok eğlence mekanlar bulunur. Ayrıca sağ yakası ticaret merkezidir. Nehir üzerinde 37 tane köprü bulunuyor. Nehrin bazı kısımlarında, deniz kıyısından getirilen kumlarla plaj havası yaşanmakta, Parisliler nehrin serin sularına girebilmektedir. Nehirde yemekli-yemeksiz tekne turları da yapılıyor. Tur, Notre Dame Klisesi ile Eyfel Kulesi arasını kapsıyor. Yemeksiz tekne turu bileti kişi başı ortalama 15 Euro.
Nehri geçtikten sonra karşımıza iki bina çıkıyor. Bunlardan bir tanesi Grand Palais (Büyük Saray).
Grand Palais, 1900 Evrensel Sergisi için yapılmış. Paris’in en önemli yapılarından bir tanesi. Yılda 50’den fazla sergiye ev sahipliği yapıyor ve bu sergilere bir yıl içinde 1.5 milyon insan geliyor. Palasın en çok dikkat çeken yanı, cam çatısıdır. Camı destekleyen metal iskelet tam olarak 8500 ton ağırlığında olup Eyfel Kulesi’nin ağırlığına eşit. Palas, Birinci Dünya Savaşı sırasında askeri hastane olarak kullanılmış.
Grand Palais’in hemen karşısında Petit Palais (Küçük Saray) bulunuyor.
Petit Palais, karşısındaki Grand Palais gibi 1900 Evrensel Sergi için yapılmış. Bulunduğu bölge, sergi bölgesi olduğundan bir yapıya daha ihtiyaç duymuşlar. İçerisinde pahabiçilmez ince işlemeli, metal mücevherler ve porselenler var. Küçük denildiğine bakmayın, bizim buradaki saraylar kadar büyük sayılır.
Saraylardan sonraki durağımız Avenue des Champs-Élysées (Şanzelize Caddesi).
Şanzelize Caddesi kuşkusuz Paris’in en önemli caddesi. Aslında biz cadde diyoruz ama bildiğin bulvar. Concorde Meydanı’ndan başlar ve Arc de Triomphe’nin bulunduğu meydanda biter. Fransızlara göre dünyanın en güzel bulvarıdır. Hikayesi ilginç aslında. 1616 yılına kadar Şanzelize tarlaymış. Kral IV Henry’nin karısı olan Marie De Medici, bahçeleri sevmesiyle bilinirmiş. Eşi suikaste uğrayınca onun anısına Tuileries Parkı’na giden bir yol yapılmasını istemiş. Zaten adını da Yunan mitolojisindeki Elysian Ovası’ndan (the place of blessed dead – kutsal ölünün yeri) almaktadır. İlk zamanlarda kullanılan cadde aydınlatmalarını hala görmek mümkün. Caddenin güneş alan kaldırımı, diğer kaldırımdan daha çok tercih edilir. O yüzden genelde güneş alan kaldırımdaki mağazalar daha doludur. Parisliler yeni yıla burada girerler. 14 Temmuz 1789’daki Bastil Bastille Baskını yani Fransız İhtilali’nin patlama günü her yıl bu tarihte burada kutlanır.
Yürüyerek Şanzelize’nin sonundaki Place de la Concorde (Concorde Meydanı)‘na geliyoruz.
LoMeydan, Şanzelize’nin sonu gibi düşünülür halbuki başıdır. Gelen turistler ilk başta Zafer Takı’nı görüp daha sonra Şanzelize üzerinden Tuileries Bahçesi’ne doğru yürüdüğü için Concorde Meydanı’nı, Şanzelize’nin sonu olarak düşünürler. Tabi bunu ben de sonradan öğrendim herkes gibi. Meydan, Fransa’nın en büyük ikinci meydanı. 1900 yapımı ve 2000-2002 yılları arasında kurulan La Grande Roue de Paris (Büyük Paris Dönem Dolabı) bu meydanın arka tarafında, Louvre Müzesi’ne doğru olan tarafta bulunuyormuş. Dönme dolap, her daim o meydanda bulunmuyormuş. Avrupa’nın farklı ülkelerinde özel günlerde kurulup bir iki yıl orada kalıyormuş. Meydan bir çok toplumsal olaylara ev sahipliği yapmış. Mesela Fransız Devrimi’nin olduğu dönemde Fransa Kralı olan XVI. Louis ve eşi Marie Antoinette, vatan hainliği suçlaması ile burada giyotinle idam edilmiş.
Meydanın hemen ortasında Obélisque de Louxo (Louxo Dikilitaşı) bulunur. 3000 yıllık olan bu taş, dönemin Mısır Halifesi Muhammet Ali tarafından hediye edilmiş ve Mısır’ın Luxor kentinden 1836 yılında Paris’e getirilmiş. 1993 yılında AIDS’e dikkat çekmek için dikilitaş örtülmüştür.
Meydanda gezerken Tuileries Bahçesi’nin önünde iki tane Lamborghini gördük. Belli bir ücret karşılığında turistler aracı bir saatliğine kiralayabiliyorlar. Tabi ücretin ne kadar olduğunu tahmin edebilirsiniz.
Concorde Meydanı’ndan sonraki durağımız Jardin des Tuileries (Tuileries Bahçesi).
Bahçe, 1. Arrondissement denilen yerde yer alıyor. Arrondissement, yerel idare tarafından yönetilen küçük semt anlamına geliyor. Paris’in göbeği 20 tane arrondissement‘e ayrılmış. Birinci bölgenin geçmişi, Roma zamanlarında M.Ö. 52’e kadar dayanıyor. O derece eski bir yerleşim yeri. Sanata ve mimariye düşkün bir kraliçe olan Catherine de Medicis tarafından 1564 yılında yapılmış. Fransız Devriminden sonra halka açılmış.
1559’da kocası II. Henry’nin ölümünden sonra Catherine, Bastille yakınlarındaki rezidanslarından ayrılarak daha yeni kral olan ve Louvre Sarayı’nda yaşayan II. François’in yanına yerleşir. Bir süre birlikte kaldıktan sonra kendine Louvre’den ayrı, yeni bir saray yapmak ister. Floransalı olan Catherine, sarayın bahçesini de doğduğu yerdeki bahçelerden esinlenir. 13.yy’a kadar Louvre’nin yanında kalan bu bölgede sadece tuileries denilen, binaların çatıları için kremit üreten atölyeler bulunurmuş. Catherine, Floransa’lı bir mimarı getirterek bu bölgeye İtalyan tarzında bir bahçe tasarlattırır ve içinde şelaleli havuzların, çimden labirentlerin, hayvan ve çiçek desenlerinin işlendiği çinilerle bezeli grotto‘lar ekletir. Catherine burada bir çok kraliyet festivalini düzenlemiş. Hatta I. Kraliçe Elizabeth’in kızını da burada evlendirmiş.
Fransız İhtilali’nden önce Kral XVI. Louis, Fransa’dan kaçma girişiminde bulunmuş fakat yakalanmış. Bunun üzerine kraliyet ailesi üzerindeki gözetim daha da artmış. 1792’de, ihtilalden sonra, halk sarayı basmış ve kralın askerleri Tuileries Bahçesi’nde öldürülmüş. Kral gücünden düştükten ve sonrasında öldürüldükten sonra bahçe halka açık hale getirilmiş.
Bir sonraki durağımız, herkesin gezmeyi istediği yer olan Le Musée du Louvre (Louvre Müzesi).
Louvre Müzesi Fransız İhtilali’nden sonra halka açılan ilk müze. Günümüzde yılda 10 milyona yakın ziyaretçi alıyor. Yaklaşık 35.000 tarihi eser 60.000 metrekarelik bu alanda sergilenmektedir. Müze aslında daha önceden Louvre Sarayı olarak bilinirmiş ve Philippe Auguste tarafından 12.yy’da inşa edilmiş. 1682’de XVI. Louis’in Louvre Sarayı’ndan ayrılıp Château de Versailles’e taşınmasından sonra kraliyete ait tarihi Yünan ve Roma heykellerinin de bulunduğu eserler burada sergilenmeye başlanmış. Napolyon zamanında daha da artan tarihi eserlerin sayısı, git gide daha da artmış ve 35.000’e kadar gelmiş. Tabi bunlar sadece sanat eseri olanlar. Objeleri de saydığımızda 400.000 ediyor bu sayı.
Louvre Müzesi 7 bölümden oluşuyor. Resimler, heykeller, Mısır Tarihi bölümü, Yünan eserleri, Roma eserleri gibi bölümlere ayrılmış ve bu bölümlerde çalışan 2000 personel var.
Louvre Fransa’ya her yıl 112 milyon Euro kazandırıyormuş. Da Vinci’nin Şifresi filmi sayesinde bile 2.5 milyon Euro kazandırmış.
Kuşkusuz herkesin görmek için can attığı eser, Leonardo Da Vinci’nin üzerinde 4 yıl oyalandığı eser olan Mona Lisa. Esere Floransa’da başlayan Da Vinci, bir yıl sonra Paris’e gelmiş ve bitiremediği bu eser için pişman olmuş. 3 yıl üzerinde çalışmış ve bitirmiş. I. François tarafından saraya çağırılan Da Vinci, Mona Lisa eserini krala satmış. Tabi 19. yy’a kadar eserdeki incelikler hakkında hiç konuşulmamış.
Bir süre Mona Lisa’daki kadının kim olduğu tartışıldı. Uzun süren araştırmalar sonucu Gherardini Ailesi’ne mensup biri olduğu ve tüccar Francesco del Giocondo’nun eşi olduğu açıklandı.
Louvre Müzesi’ne girmedik. Dünyaca ünlü Mona Lisa’ya bakmadık. Kısa süreli olan Paris turumuzda Louvre’yi gezmek zaten koca bir günümüzü alır. Louvre’de biraz dinlendikten sonra Rue de Rivoli Caddesi’nden (Rue zaten cadde demek) Paris’in en eski yerleşme yeri olan İle de la Cite‘e varıyoruz.
İle de la Cite’nin tarihi, milattan önce 52. yy’a kadar dayanıyor. O zamanlar Fransa, Belçika Hollanda ve İspanya’yı içine alan coğrafyada Kelt’ler yer alıyormuş. Kelt kavimlerinden biri olan Arverniler, Sen Nehri seviyesinden düşük olan bu yerde (nasılsa ben de pek anlamadım) bir süre yaşamışlar. Hatta Roma İmparatorluğu lideri Julius Caesar ile bile mücadele ediyorlarmış. Bir ara sığınma yeri olarak kullanılmış mülteciler tarafından. Bir zamanlar, toprakları Hunlar tarafından işgal edilen Romalılar da buraya sığınmak zorunda kalmış. Ada, Orta Çağ’a kadar askeri ve siyasi merkez olarak anılmış. 885-886 yılları arası, Batı Fransa’nın kralı Odo, Paris’in Vikingler tarafından işgali sırasında, Vikingleri uzaklaştırmak için burada savunma yapmışlar. 900’lü yıllarda, adaya Notre Dame Katedrali yapılmış.
12. yy.’a kadar adaya ulaşım, nehrin iki tarafında da bağlanan tahtadan yapılma köprüler tarafından yapılıyormuş. Daha sonra Grand Pont ve Petit Pond yapılmış. 1378 yılında da taştan yapılma ilk köprü yapılmış fakat nehirdeki büyük buz kütleleri, hem köprüleri yıkmış, hem de adadaki evleri yıkmış.
1607 yılında IV. Henry tarafından Pont Neuf yapılmış. Türkçe karşılığı “yeni köprü” olan Pont Neuf, Paris’teki en eski köprü ünvanını taşıyor. Köprünün ada ile birleştiği yerde bronzdan yapılma IV. Henry’nin at üstündeki heykeli var. Heykel Rönesans Dönemi’nde yıkılmış ama sonra tekrar yapmışlar. Yukarıdaki fotoğrafta Pont Neuf’u görmekteyiz.
Ada’ya Pont au Change Köprüsü üzerinden geçiyoruz.
Köprüyü geçer geçmez sağ tarafımızda bir kalabalık görüyoruz. Herkes yukarıda gördüğünüz saatin önünde toplanmış. Saatin ismi l’Horloge du Palais de la Cité (Kent Meydanı Saati). Saat, Paris’in en eski yerleşik bölgesi olan Île de la Cité’nin ilk ve en eski saati. Kral V. Charles tarafından 1370-1373 yılları arasında yaptırılmış. Saat Conciergerie’nin tam köşesinde bulunuyor.
Fransız İhtilali zamanında defalarca hasar görmüş olan saatin iki yanında iki kadın heykeli var, bunlardan soldaki yasayı, sağdaki de adaleti temsil ediyor. Saatin üzerideki Latince yazıda,
QUI DEDIT ANTE DUAS TRIPLICEM DABIT ILLE CORONAM
“İki tacı veren üçüncüyü de verecektir”
yazıyor. Saatin alt kısmındaysa,
MACHINA QUAE BIS SEX TAM JUSTE DIVIDIT HORAS, JUSTITIAM SERVARE MONET LEGESQUE TUERI
“Yasaları ve adaleti korumayı öğretmek için bu saat zamanı on ikiye böler”
yazıyor. Meydan saatini geride bırakıp biraz daha yürüdükten sonra, sağ tarafımızda karşımıza çıkan diğer yapı, Palais de Justice (Adalet Sarayı).
Binanın yanında, günümüze kadar hasarsız bir şekilde dayanabilen ve IX. Louis tarafından yaptırılan Sainte Chapelle ve Conciergerie var.
Conciergerie, daha önceden hapishane olarak kullanılıyormuş. Hatta Concorde Meydanı’nda giyotinle idam edilen Marie Antoinette, idam edilmeden önce bu hapishanede kalmış.
Sainte Chapelle, IX. Louis tarafından 1248 yılında kutsal emanetlerin barındırılması amacıyla yapılmış. IX. Louis, Fransa’da Aziz unvanı alan tek kral. Haçlı Seferi sırasında Hz. İsa’nın dikenli tacını Bizans İmparatoru’ndan satın almış. Daha sonra da çarmıhın parçalarını ve çivileri de elde etmiş. Parçalar, daha önce burada korunuyormuş fakat daha sonra Notre Dame Katedrali’ne götürülmüş. Sainte Chapelle’deki eserlere ödenen para, şapelin yapımı için harcanan paranın üç katıymış.
Yaklaşık beş dakika yürüdük. Adada o kadar çok tarihi yapı var ki, her biri için uzun uzun yazmak gerekir. Kısa bir yürüyüşün ardından karşımıza mükemmel bir eser daha çıkıyor, Cathédrale Notre Dame de Paris (Notre Dame Katedrali).
Notre Dame, dünyanın en ünlü katedralinden, hatta ilk gotik katedrallerden biri. Paris’in diğer ünlü yapıları gibi bu yapı da Sen Nehri üzerinde bulunmakta, kapısı da batıya bakmaktadır. Yukarıda bahsettiğim gibi, İle de la Cite, Paris’in en eski yerleşkesi. Bu yüzden bu ada Paris’in tam orta noktası sayılıyor. Hatta Paris’teki caddelerin uzunlukları da Notre Dame baz alınarak ölçülüyor.
Katedralin temeli, 1163 yılında Papa III Alexander tarafından yoksa Piskopos Maurice de Sully tarafından mı atıldı bilinmiyor. Toplam 170 yılda tamamlanan katedral, Hz. İsa’nın dikenli tacını da emanetlerinin arasında bulunduruyor. Katedrale bir kaç kez org getirilmiş fakat hiçbiri uygun bulunmamış. Yapı Fransız İhtilali sıralarında çok hasar görmüş. Devrimciler katedralin adını Aklın Tapınağı olarak değiştirmişlerdir. Bir ara şarap mahzeni olarak kullanılmış, 1804 yılında imparatorluğunu ilan eden Napolyon tarafından tekrar ibadete açılmış.
Notre Dame Kamburu‘nun Hikayesi: Napolyon’dan önce harap halde olan katedrali Paris şehir planlamacıları yıkılmasını istemişler. Ünlü Fransız yazar Victor Hugo, halkın ilgisini buraya çekmek ve katedralin yenilenmesini sağlamak için Notre Dame’ın Kamburu adlı romanını yazmış. Roman, 1831’de yayınlanmış ve halk tarafından büyük ilgi toplamış. Roman’ın popüler olması, Napolyon’dan sonra yapılan restorasyonun hızını da artırmış.
Notre Dame Katedrali’nden sonra yönümüzü Jardin du Luxembourg (Lüksemburg Bahçesi)‘ne çeviriyoruz.
Lüksemburg Bahçesi, Paris’in merkezinde bulunan geniş yeşil alanlardan bir tanesi. 1612 yılında, Medici ailesinden Marie de Medici’nin hükümdarlığın zamanında yapılmış. İçindeki saray da, Medici’nin sürgüne gönderilmesine kadar kraliyet sarayı olarak kullanılmış. Şuan bahçe turistler ve yerli halk tarafından epey bir ziyaret ediliyor.
Marie de Medici’nin mimariye düşkün olduğunu yukarıda bahsetmiştim. Memleketi Floransa’daki Pitti Sarayı‘nı örnek alarak bir saray yaptırmak istemiş. Bugünkü Lüksemburg Oteli’nin bulunduğu binayı o zamanlar satın almış. Etrafına, çocukluğunun geçtiği o büyük bahçeleri andıran bahçe yaptırmak için mimarlarla çalışmış. 2000 karaağaç diktirmiş. Daha sonra turistlerin uğrak yeri olan Medici Çeşmesi‘ni de yaptırmış. Önceden 8 hektarlık olan alan, daha sonra büyütülmüş ve 30 hektara çıkarılmış.
Medici’den sonra gelen kontlar bahçeye çok önem vermemişler. Hatta XVIII. Louis bahçenin bir kısmını satarak yapılaşmaya izin vermiş. Fransız İhtilali’nden sonra yönetime geçen yöneticiler, 30 hektarlık alanı daha da artırarak 40 hektara çıkartmış ve bir çok heykeller eklenmiş. Hatta Özgürlük Heykeli’nin küçük bir minyatürü de bu heykeller arasında. Daha sonraki yıllarda yapılan bazı değişikliklerden dolayı bahçe küçülmeye gitmiş. Hatta Medici Çeşmesi’nin yeri bile değiştirilmiş. Bahçede çok sayıda farklı türden bitki bulunuyor.
İlginç bir özelliği ise, akşam saat 9’dan sonra bahçenin kapanıyor olması. Bahçe görevlileri saat 8:45’de yapılan anonstan sonra herkesi bahçeden çıkarıyorlar.
Lüksemburg Bahçesi’nden saat 9 civarı ayrılıp yürüyerek Şanzelize Caddesi’ne gidiyoruz.
Şanzelize Caddesi’ni hem gündüz hem de akşam gezmek gerekiyor. Bir çok sokak dansçıları, müzisyenler yeteneklerini sergiliyor ve ortama renk katıyorlar. Cadde üzerinde gezerken dikkatimizi sokak lambaları çekiyor. Epey bir estetik görünen bu sokak lambaları 1838 yılında Fransız mimar Jacques Hittorff tarafından tasarlanmış. Caddenin genişliği gerçekten insanı etkiliyor. Bu kadar büyük bulvarların, şehrin epey bir önceden planlandığı gösteriyor.
Vakit geç olunca hostele geri gidebilmek için tekrar Eyfel Kulesi’ne doğru gidiyoruz.
Eyfel’in o akşam parıltısını izlemek kesinlikle mükemmel bir şey. Geç saatlerde bile bu kadar insanı bir arada görebilmek müthiş.
Telefonla ailemi görüntülü arayarak Eyfel’in bu gösterişli halini onlara da gösterdim. Orada olmak isteyen o kadar çok insan vardır ki dünyada. O şanslı insanlardan biri olmak… Yani kelimeler bile yetmiyor o duyguyu anlatmaya. İnsanın bu yaşta böyle yerleri gezebilmesi zor. O yüzden attığım her adımı minnet duyarak attığımı belirtmek istiyorum.
Ertesi gün gezilecek çok az yerimiz kaldı. Bunlardan bir tanesi de Lüksemburg Bahçesi’nin hemen ilerisinde bulunan Pantheon (Panteon)‘du.
Pantheon, Paris’in koruyucu azizesi Genevieve için yapılmış bir klise fakat Fransız İhtilali’nden sonra klise özelliğini yitirmiş, önemli Fransız insanlarının (Voltaire (1791), Jean-Jacques Rousseau (1794), Joseph-Louis Lagrange (1813), Jacques-Germain Soufflot, Panthéon’un mimarı (1829), Victor Hugo (1885), Émile Zola (1908), Pierre Curie (1995), Marie Curie (1995), Alexandre Dumas (2002)) gömüldüğü bir anıt mezar haline getirilmiş. Şuan bu anıt mezarlar, yapının Kripta adı verilen bölümünde bulunmakta.
Kral XV Louis tarafından 1758’de inşasına başlanmış fakat 1789’da anca bitmiş. Tam da Fransız İhtilali’nin başladığı döneme geldiği için o dönemde yönetimin başındakiler yapının klise olarak kullanılmasını yasaklamışlar, bu yüzden anıt mezar haline getirilmiş. Roma’da da Pantheon var, bilindiği üzere. Ona özenilerek yapılmış aslında.
Paris’teki Pantheon’u ünlü yapan olay ise, fizikçi Leon Foucault‘ın 1851 yılında, yapının kubbesinden aşağıya sarkıttığı Faucault Sarkacı ile dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünü ispatlamış, bu olay tüm dünyada büyük merak uyandırmış.
Pantheon’dan Eyfel Kulesi’ne doğru gidiyoruz. Herkesin Eyfel Kulesi ile fotoğraf çektirdiği bir yer var. Parlemento Binası. Eyfel Kulesi’ni geçip Parlamento’nun merdivenlerinden çıkıyoruz. Her tarafta fıskiyeler ve yeşillikler var.
Binlerce insan var etrafta. Herkes ünlü Eyfel Kulesini görmek için akın ediyor. Şöyle bir itirafta bulunayım. New York’ta Empire State Binası’na çıkmıştım. En üst noktasından NY mükemmel görünüyordu. Eyfel Kulesi’nin de en az Empire State kadar yüksek olduğunu düşünüyordum. Fakat hayal kırıklığına uğradım. Kule çok yüksek değildi. Yapı olarak güzel görünüyor fakat abartılacak kadar güzel değil. Paris’te beni etkileyen şey, Eyfel Kulesi değildi. Paris’in kültürel yapısı, tarihi ve sanata gösterdikleri ilgi, beni en çok etkileyen şeyler oldu.
Eyfel Kulesi’nden sonra metroyla Moulin Rouge‘a gidiyoruz.
Moulin Rouge Fransızca’da Kırmızı Değirmen anlamına geliyor. Gece hayatıyla ünlü olan Piage Bölgesi’nde 1889 yılında inşa edilen bir kabare. Kabare, her türlü toplumsal güncel sorunu iğneleyerek insanlara anlatmayı amaç edinen bir tiyatro türü. Fransız Kan Kan Dansı’nın sergilendiği Moulin Rouge, özel bir işletme olmasına rağmen Fransız kültüründe önemli bir yere sahip. Kırmızı değirmeni, elit erotik şovları, yetişkinlere yönelik orijinal eğlence programlarını görmek için yıl boyunca gelen pek çok turisti ağırlar.
Şov biletleri 75-125 euro arasında değişiyormuş. Broadway’de 100 dolar verip dünyaca ünlü müzikalleri izlemek, burada o kadar parayı verip kan kan dansını izlemekten daha eğlenceli. Geceleri bu bulvar üzerinde yürümek pek de mantıklı bir durum değilmiş, onu da yeni öğrendim.
Moulin Rouge’nin önünde bir iki fotoğraf çekildikten sonra, Paris’te aklımdan çıkmayan başka bir yere gidiyoruz, Basilique du Sacré-Cœur (Sacré-Cœur Bazilikası).
Sacre Coeur Basiliski, Notre Dame’den sonra en çok ziyaretçi alan anıttır. Yılda on milyondan fazla turist, bu anıtı görmeye geliyormuş. Bulunduğu mahalle, Montmartre, Paris’in dini bir yerleşkesi olarak biliniyor. 1875 yılında VI. Louis tarafından temeli atılmış, 1914 yılında da tamamlanmış. 1874 yılında yapılan Fransa-Prusya Savaşı’nda hayatını kaybeden Fransızlara ithafen yapılmış ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra açılmış. Yapının kubbelerinin birinde İsa’nın Sacré Coeur anlamına gelen Kutsal Kalbini yücelten, 475 m² ile Fransa’nın en büyük mozaiki var. Mozaikin altında
Au Cœur très saint de Jésus, la France fervente, pénitente et reconnaissante.
İsanın çok aziz kalbi için, şevkli, affeti arayan ve minnettar Fransa.
yazıyor. Kubbelerin bir tanesinde de La Savoyarde adında bir çan bulunuyor. Bu çan Fransa’daki en büyük ve en ağır çan. Yaklaşık 19 ton ağırlığında olan çanın çapı 3 metre. Sırf içindeki çekip 1200 kilo kadar.
Basilisk, Paris’in en yüksek yerinde bulunuyor. Buradan bütün Paris’i görmek mümkün.
Kişisel Görüş
Paris, kültürüyle, tarihiyle kesinlikle mükemmel bir şehir. Dönemin dünya başkentliğini bile üstlenmiş bu olağanüstü şehri doyasıya gezme fırsatım olduğu için kendimi şanslı hissediyorum. Gece hayatıyla, gündüz yaşamıyla, tarihi dokusuyla, tarih kokan havasıyla Paris, diğer başkentlerinden çok ama çok farklı.
Paris’i yaşayabilmek için uzun süre orada yaşamak gerek. Sadece bir kaç gün gezmeme rağmen atmosferiyle beni resmen içten içe fethetti. Aynı atmosferi, aynı duyguyu Manhattan, Amsterdam ve Barcelona’da hissetmiştim. Bu duygu kesinlikle herkesin hissetmesini istediğim bir duygu. Umarım en kısa zamanda siz de hissedersiniz.
Paris’in sevmediğim tek bir yanı oldu. Ara sokaklar çok kirliydi. Bazı büyük caddelerde bile çöp görmeniz mümkün. Sokaklarının bazıları tamamen alkol kokuyor, bazıları pis kokuyor. Acilen bu kokunun, bakımsızlığın giderilmesi gerek.
J’aime Paris.
Merci d’avoir lu mon ecriture.
4 Yorum
Canerrr süper bir yazı olmuş burdan gökhana seslenelim de beraber de gidelimm 🙂
Çok teşekkür ettim Sindel 😀 Şu Fransızca’yı iyi bir dereceye getireyim, biraz da para biriktireyim, kesin giderim Paris’e tekrar. Hatta bu kez Lüksemburg ve Belçika da yapmak istiyorum. Eğer ayarlayabilirsek hep beraber gidelim 😀 Eğlenceli olur 😀
Çok güzel bir yazı olmuş, ellerine sağlık 🙂 Paris benim için çok ayrı bir yere sahip. Şehrin tarihi dokusu, parklarındaki huzur, Eyfelin duruşu, herşey mükemmel. Ne zaman gitmiştin Paris’e?
Bu arada sormadan edemeyeceğim, toplamda ne kadar harcadın?
Yazı için çok teşekkürler 🙂
Bahar merhaba,
2013 ilkbaharında gitmiştim. Arkadaşlarla öğrenciyken gittiğimiz için çok fazla tutmamıştı. Maksimum 300 lira.
Paris’te her şey mükemmel. Bir tek insanlarına alışamadım tam olarak. Yani “İngilizce biliyor musunuz?” sorusuna “evet” deyip Fransızca konuşmaya başlaması gibi. Ya da AirFrance ile uluslararası uçarken İngilizce yerine Fransızca konuşmaları. Tuhaf insanlar.
Fransa’yı, Fransızca’yı seviyorum ama Fransızları sevdiğim pek söylenemez. Bir kaç arkadaşım var, onlar hariç.
Saygılarımla,
Caner.