Sanırım çok uzun zamandır kitap okumuyorum. Sanırım en son okuduğum kitabın ismini bile hatırlamıyorum (şimdi hatırladım) Tekrar kitap okuma alışkanlığını yakalayabilmem için sürükleyici bir kitap bulmam gerekiyordu. Bir yaz günü Optimum Outlet’te arkadaşımla gezerken D&R’a göz atmıştık. Kitaplıklar arasında gezerken birden “En Çok Satan İngilizce Kitaplar” yazısı gözüme çarptı. Sanki kitap kurduymuşum gibi heyecanlı gözlerle kitaplara bakıyordum. Aralarından bir tanesi diğerlerinden daha çok dikkat çekiciydi. Masmavi arkaplanın üstüne cool bir yazı fontuyla yazılmış “The Fault in Our Stars” ve onun hemen altında biraz daha küçük fontla yazılmış “New York Best Seller” yazısı vardı. Hemen kitabın ismini telefona kaydettim ve biraz daha dolaştıktan sonra oradan ayrıldık.
Kitabı almak istiyordum fakat okuyamama, daha doğrusu okumama olasılığım vardı. Bir gün Duygu Kafe’deki kitapçıya kitabın olup olmadığını sordum. Sipariş verdiklerini fakat haftaya Salı ya da Çarşamba günü ellerinde olacağını söylediler. O güne kadar bekledim. Gün geldiğinde de kitabı alıp hemen o gün okumaya başladım.
Yıldızların hastalık ile sağlık, ölüm ile yaşam arasında çektiği ince çizgide gidip gelen iki gencin sayılı günlerinde sonsuzluğu bulma hikayesi…
On altı yaşındaki kanser hastası Hazel Grace’in birkaç yıl daha yaşamasını garanti eden tıp mucizesine rağmen hastalığı ölümcüldür ve konulan teşhisle birlikte yıldızlar, öyküsünün son bölümünü çoktan kaleme almıştır. Fakat Augustus Waters isimli, yakışıklı bir sürpriz karakter, Kanserli Çocuklar İçin Destek Grubu’nda boy gösterince Hazel’in hayatı bambaşka bir yöne sapar ve bu zeki çocuğun çekimine karşı koyamayan kızın öyküsü yeniden yazılır.
Kesinlikle çok etkileyici bir hikaye. İlk başlarda sıkıcı olduğunu düşünerek kendimi okumaya zorlasam da daha sonradan severek okumaya devam ettim. Bazen güldüğümü, bazen sıkıldığımı bazen de gözümden yaş geldiğini hatırlıyorum. Kitap hakkında güzel yorumlar yapan iki kişinin yazısını paylaşıyorum.
Hayata, ölüme ve araya sıkışanlara dair bir roman olan Aynı Yıldızın Altında, John Green’in en iyi kitabı. Kahkaha atıyor, ağlıyor, hızınızı alamayıp tekrar okuyorsunuz.
Markus Zusak, Printz ödüllü bestseller yazarı
Bir başka kişi:
Aynı Yıldızın Altında, evrensel konuları ele alıyor: Sevilecek miyim? Hatırlanacak mıyım? Bu dünyada bir iz bırakabilecek miyim?
Jodi Picouit, New York Times bestseller yazarı
Bu sözü okuduktan sonra kitaptaki şu yazı aklıma geldi.
“Tamam” dedi. Ama tamam değildi işte. Bir süre sonra yine konuşmaya başladı. “Rijksmuseum’a gidecek olursan ki ben çok gitmek istiyordum ama kimi kandırıyoruz… İkimiz de bir müzede dolaşabilecek durumda değiliz. Ama her neyse, yola çıkmadan önce internetten koleksiyonlarına bakmıştım. Eğer gidecek olursan, yani bir gün gidersin umarım, bir sürü ölü insan resmi göreceksin. Haça gerilmiş İsa, boynundan bıçaklanan bir tip, denizde veya savaşta ölen insanlar, bir sürü aziz falan. Ama TEK BİR TANE BİLE kanserli çocuk yok. Vebadan veya çiçek hastalığından veya sarıhummadan filan nalları diken kimse yok çünkü hastalık görkemli bir şey değil. Anlamı yok. Bir şeyden ölmek şerefli bir şey değil.”
Çok ama çok mantıklı gelmişti bana da. Unutulmakla ilgili bir diğer hatırladığım cümle, Hazel’in Destek Grubu’nda Gus’a söylediği şu cümleydi.
“Öyle bir zaman gelecek ki,” dedim, “Hepimiz ölmüş olacağız. Hepimiz. İnsanların var olduğunu ve türümüzün herhangi bir şey yaptığını hatırlayabilecek tek bir insan evladının bile kalmadığı bir zaman gelecek. Sizi beni bırakın, Aristoteles ve Kleopatra’yı bile hatırlayan kimse kalmayacak. Yaptığımız, inşa ettiğimiz, yazdığımız, düşündüğümüz ve keşfettiğimiz her şey unutulacak ve tüm bunlar.” elimle herkesi kapsayacak bir hareket yaptım, “Boşa olacak. Belki o zaman yakınlardadır, belki de milyonlarca yıl uzakta ama güneşin çökmesinden sağ kurtulsak bile sonsuza kadar yaşamayacağız. Organizmalar bilinç kazanmadan önce de vakit vardı, sonra da olacak. Eğer unutulmanın kaçınılmazlığı seni endişelendiriyorsa bunu görmezden gelmeye çalışmanı öneririm. İnan bana diğer herkes böyle yapıyor.”
Hemen hemen herkesi etkileyen bazı sözler:
Depresyon kanserin yan etkisi değil. Depresyon ölmenin yan etkisi aslında….
Düşüncelerim takımyıldızlara dönüştüremediğim yıldızlar gibi.
Acı hissedilmeyi talep eder.
Kitabı bitirdiğim an, gece saat 4’te, filmi izlemek istedim. Yarına bırakamayacak derecede merak uyandırmıştı ve bilgisayarımı açıp filmi izledim. Hazel’i canlandıran kişi kelimenin tam anlamıyla mükemmel rol yapıyordu. Fakat Gus’ın daha yakışıklı biri olmasını bekliyordum. Çünkü kitapta Gus’ın o kadar çok yakışıklı biri olduğundan bahsedilmişti ki ben de heralde Zac Efron gibi biridir diye bekliyordum. Karşımıza sarışın bi çocuk çıktı. Neyse, önemli olan hikayeleriydi. Filmde kitapta olmayan bir çok bölüm vardı. Mesela Hazel’in Kaithlyn ile AVM’ye gitmesi, Gus petrol istasyonundayken ambulansın direk gelmesi (normalde ambulans onların yanından geçip gidiyordu) ve diğerleri…
Sonuç olarak mükemmel bir kanser hikayesi. Filmi tek başına izlenince pek bir anlam çıkarılamayan fakat kitabı okunduktan sonra filmi izlendiğinde derin izler bırakan bir kanser hikayesi.
Yorum Yok