1. Gün
10 Temmuz günü yaklaşık 1 yıl kaldığım şehirden ayrıldığım gündü. Akşam ev arkadaşlarımla vedalaştıktan sonra Berlin’e gidecek olan otobüse yetişmek için taksi çağırdım. Uzun bir süre bekledikten sonra taksi geldi ve beni otobüs terminaline bıraktı. Otobüse bindim ve yaklaşık 7 saat (arabayla 5 saat) süren Berlin yolculuğuna çıktım.
Gece iyi uyumuşum, sabah Berlin’e vardığımızda farkettim. Berlin otobüs terminalinden kalacağım hostele vasıta bulmam gerekiyordu. Yarım saatlik bir çabadan sonra sonunda bir metroya atladım. Hostel’e en yakın metro istasyonunda indim ve ağır yüklerim yüzünden yavaş yavaş gidiyordum. Epey bir yol yürüdüm. Tek tesellim hostelin merkezi bir yerde oluşuydu. Hostele vardığımda henüz checkin saati gelmediği için bavulumu ve el bagajımı emanet odasına bıraktım. Fotoğraf makinemi ve önemli birkaç küçük eşyayı aldıktan sonra etrafı kolaçan etmek için dışarı çıktım. Biraz yukarı yürüdüm. Hostele en yakın tarihi mekan Brandenburger Tor’du.
Çoğunlukla doğudan gelen turistler vardı etrafta. Kapı Berlin’in ana sembollerinden biri. Kapının üzerindeki dört at tarafından çekilen aracın ismi Quadriga. Zamanında Napolyon ile Prusya arasında çıkan savaş sonucunda Napolyon galip gelir ve bu zafer anıtını Paris’e götürür. Daha sonra Prusyalı bir general Napolyon’y yenince Quadriga Berlin’e geri getirir. Önceden şu sopa gibi görünen bölüm yerinde zeytin dalı varmış ve daha sonradan bunu kaldırıp üzerinde haç bulunan bir sopa koymuşlar. Bulunduğum meydanın ismi de Pariser Platz (Paris Meydanı). 1814’de Prusya’nın Paris’i işgali şerefine bu ismi koymuşlar. Meydanın etrafında elit kişilerin villaları, birkaç büyükelçilik ve ticari işletmeler bulunmakta.
Meydanın hemen arka tarafında Grosser Tiergarten (Türkçe çevirisi “Büyük Hayvan Bahçesi”) bulunmakta. Bu park, Almanya’nın ikinci en büyük parkı. Tam ortasından upuzun bir cadde geçiyor ve caddeyi de ikiye bölen bir anıt bulunuyor. Parkın içinden geçerken rengarenk çocukların etrafında toplandığı bir gösteriye denk geldim.
Bir New Yorklu için Central Park ve bir Londralı için Hyde Park ne ise Tiergarten de Berlinliler için öyle sayılıyor. Parkın büyüklüğü yaklaşık 210 hektar. Almanca’da Büyük Hayvan Parkı olarak adlandırılmasının sebebi vaktinde soyluların bu bölgeyi av sahası olarak kullanmalarıymış. Tabi daha sonradan modern bir şehir parkı olarak kullanılmış.
Biraz daha ilerledikten sonra bir kalabalıkla karşılaştım. İnsanlar etrafı panolarla kapatılmış bir yere girip çıkıyordu. Merak edip ben de girdim. Naziler zamanında katledilen yarım milyon Roman’ın anısına yapılmış bir havuz, Sinti – Roma Anıtı. Uzun zamandır bu katliam tartışılmış ve en sonunda Merkel’in önderliğinde bu anıt yaptırılmış.
Kalabalığı takip edince büyük bir açık alana geldim. Hemen sağ tarafımda Reichstag bulunuyordu. Reichstag, Alman Parlementosu’nun toplandığı büyük görkemli bir bina. 1800’lülerin sonlarına doğru parlamento için yeni bir bina yapılması istendi ve adil bir yöntem olan “proje yarışması” düzenlendi. Yarışmada Frankfurtlu bir mimar birinci oldu ve 10 yıl içinde Reichstag tamamlandı. Bir ara binada büyük bir yangın çıktı ve bu yangının sorumlusu olarak Hollandalı bir komunist gösterildi. Daha sonra bina parlamentoya kapatıldı. İkinci Dünya Savaşı’nda, Berlin, Berlin duvarıyla ikiye bölünmüştü. Duvarın bir kısmı Tiergarten’den geçiyordu. Reichstag Amerika, İngiltere ve Fransız yönetimindeki Batı Berlin sınırları içinde kalıyordu. Restorasyon yapıldı ve Doğu Berlin ile Batı Berlin’in uzlaşmasından hemen sonra parlamento yeniden burada toplandı. Berlin’in 1991’de yeniden Almanya’nın başkenti olarak seçilmesiyle bina daha da önem kazandı ve tekrar restore edildi. Bu restorasyonda binanın en çok merak edilen bölümü olan cam kubbe Reichstag’a eklendi. Binaya girebilmek bilet sırası bakımından Eyfel Kulesi’ne çıkmakla eşdeğerdi. Fazla vakit kaybetmemek için yoluma devam ettim.
Spree Nehri’ne paralel olan yolda batıya doğru epey bir ilerledim. Sağ tarafımda pek rağbet görmeyen bir müzeyi ve Bellevue Palası’nı geçtikten sonra daha önce bahsettiğim Tiergarten’deki anıta (Siegessaule – Zafer Sütunu) geldim. Epey yüksek bir sütun vardı karşımda. 1850’lerde Prusya’nın Danimarka’yla sorunları vardı. Danimarka Prusya’nın Schleswig şehri üzerinde üstünlük sağlamaya çalışıyordu ve oluşan kargaşaların sonunda savaş çıktı. Bu savaştan Prusya galip çıktı ve bunun şerefine aşağıda gördüğümüz Zafer Sütunu tasarlandı. Tabi yapılana kadar Prusya, Avusturta ve Fransa ile da savaş yaptı. Bu savaşlardan da kazançlı çıkan Prusya, savaş sonunda biten anıta bu üç zafere atfetti. Üstündeki şu altın renkli Victoria heykeli yaklaşık 8 metre yüksekliğinde ve 35 ton ağırlığında.
Buradan güneybatıya doğru yürüdüm. Tiergarten’in hemen yanındaki Berlin Hayvanat Bahçesi’nin ilk önce etrafını dolaştım. Nehrin üstünde turistleri gezdiren büyük bir tekne gördüm görmesine de nehri etrafında pek bir şey yoktu, ne için dolaştıklarını bilmiyordum. Belki de turist bile değillerdi.
Berlin Hayvanat Bahçesinin içinden geçtikten sonra Berlin’in simgelerinden biri olan Europa Center’da buldum kendimi. Alışveriş merkezi olan Europa Center’ın üstündeki Mercedes logosunu hemen hemen herkes bilir. Etrafta alışveriş dükkanları ve bazı büyük firmalar hariç pek bir şey yok.
Etrafı biraz gezdikten sonra bir metro istasyonu buldum ve Alexanderplatz’a gittim. (Platz, Almanca’da meydan anlamına geliyor.) Mitte’de bulunan meydan, geçmiş zamanlarda ilk olarak hayvan pazarı olarak kullanılmak istenmiş. Fakat Rus imparatoru Aleksandr’ın Berlin’i ziyaret etmesi şerefine meydan Alexander ismini almış. Meydanın hemen yanına yapılan ve aynı ismi taşıyan büyük gar sayesinde meydan daha da popüler olmaya başlamış. Şuanda İstanbul’daki İstiklal Caddesi gibi gençler arasında toplanma mekanı olarak kullanılıyor. Meydanın hemen çaprazında da bir zamanlar Avrupa’nın en büyük ikinci binası olan Fernsehturm bulunuyor.
Yavaş yavaş hava kararıyordu. Gün bitmeden görmeyi planladığım yerlerden biri de Potsdamer Platz’dı. Eskiden Berlin’in en hareketli (eğlencenin bol olduğu) bölgesi olarak bilinirmiş. Hatta doğu ile batıyı birbirine bağlayan bir ulaşım merkezi olarak yer alırmış. İlk ışık sinyal sisteminin (trafik lambalarının) kullanıldığı meydan İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte Berlin Duvarı Potsdamer Platz’ın da ortasından geçmiş ve iki arada kalan meydan yaklaşık 40 yıl sessizlik içinde beklemiş. Batı ile Doğu Berlin’in birleşmesiyle tekrar gündeme gelen meydan, yapılan mimarlık yarışması sonucunda iki mimarın tasarımlarıyla tekrar canlamış. Bu tasarımlar, yan yana yapılan gökdelen tarzına karşı çıkan Avrupa Şehri modeline dayanmakdaymış. O zamanlar inşaatlar en son teknolojiyle yapıldığı için yaklaşık 5 yıl gibi kısa zamanda tamamlanan meydan, inşaat sektöründe de odak haline gelmiş. Lokomotifi çeken müteahhit firmalar ise Sony ve Daimler Benz.
Yukarıdaki fotoğrafta sol tarafta, yerden yukarı doğru yükselen 3 tane yapı var. Bunlar meydandaki metronun gün ışığından faydalanmasını sağlayabilmek için yapılan borular. Tam üstünde de büyük oval bir ayna bulunuyor.
Meydanda gördüğümüz bu pembe borular, inşaat halindeki bazı bölgelerden çekilen suların taşınmasına yardımcı oluyor. Gayet sevimli bir şekle getirmişler. Madem ortada, bare rahatsız etmesin diyerekten rengini de pembeye boyamışlar.
Potsdamer Platz’ın kuzeybatısında Sony Center bulunuyor. İçinde bir çok mağaza, eğlence merkezleri, sinema, ofisler, müzeler, IMAX, Sony mağazası ve bir de Legoland bulunuyor. Ayrıca ücretsiz wifi’si de var.
Sony Center’ın bulunduğu caddenin bir yanındaki caddede Arkaden bulunmakta. Arkaden, bölgedeki tercih edilen en büyük AVM’dir. Son derece modern bir yapıya sahip. 3 kattan oluşuyor ve 200 metre genişliğinde.
Potsdamer Platz’ı bırakıp başka bir yere gidiyorum. Metro istasyonları hep dolu. İnsanlar otobüslerden çok metroyu kullanıyor çünkü gidecekleri yerlere metro ile gidip ayrıyeten bir ton yol yürüyorlar. Üşenmiyorlar yani.
Berlin sokaklarında yürürken karşımıza mimari açıdan çok modern binalar çıkıyor. Dış cephelerinde betonarme şeylerden çok cam çerçeveler kullanan mimarlar, sokakları bu sayede daha aydınlık yapmayı başarıyorlar.
Uzun bir yürüyüşten sonra birçok grafitiye sahip olan bir binaya yaklaşıyorum. Çoktan terkedilmiş ve grafiti ustaları hemen mesken tutmuş.
Adamlarda reklam anlayışı bile farklı.
Binadan ayrılıp metro durağına doğru yol aldım. Birkaç durak sonra indim ve yoğun bir kalabalık ile Potsdamer Plats’a kadar yürüdüm. Etrafa bakarken gördüğüm başka bir graffiti:
Potsdamer Platz’a doğru giderken Leipziger Platz’ın hemen sağ tarafında Dali – Die Ausstellung müzesini gördüm. Tabi o saatte kapalıydı, dışardan bakmakla kaldım.
Leipziger Platz’ın çimlerinde de Berlin Duvarı’nın bir parçası vardı. Duvarın birçok parçası dünyanın etrafına serpilmiş gibi. Başka ülkelerde, şehirlerde de parçalar bulmak mümkün. Mesela Brüksel’de Avrupa Parlamento’sunun önünde var. Las Vegas’ta Main Street İstasyonu’nun tuvaletinde var, Endonezyalı bir sanatçının atölyesinde var, İsrail, Madrid, New York, Moskova, Strasbourg, Buenos Aries, Kiev, Guatemala, Güney Kore’nin başkenti Seul ve daha fazlası…
Sanat Berlin’de her yerde. Duvarlar sanatla dolmuş, yerlerde çizimler, boyalar, yazılar aklınıza gelebilecek ve gelemeyecek her şey var. Trafik ışıklarında bile hayatı dalgaya alan küçük sanatsal izler var.
Yolun karşısına geçtim. Kalabalık bir grup Berlin Duvarı’ndan kalma birkaç parçayı ve onların yanlarına yerleştirilen panolara bakıyordu. Bir turist olarak meraklı gözlerle yürümeye devam ettim. Sol taraftan başladım incelemeye. Sakızlarla dolu bir duvar… İlk başta bunun bir sanatsal çalışma olduğunu düşündüm fakat Berlin’den ayrıldıktan sonra öğrendim öyle olmadığını. 2007 yılında turistler için yerleştirilen bu duvarlara 2012 yılından sonra yerli ve yabancı insanların sakız yapıştırmaya başladıkları farkedilmiş (Paris’teki bazı köprülere takılan asma kilitler gibi). Yetkililer, duvarların Potsdamer Platz’dan kaldırılması konusunda yerel idari birimi uyarmış ama hala bir sonuca varamamışlar.
Potsdamer Platz’dan Leipziger Platz’a geri döndüm. Kaldırımda elimi kolumu sallaya sallaya yürürken sol tarafta bir şey farkettim. “Bu da ne? Bir araba şarj istasyonu!” demedim tabiki. Almanya’da 600’den fazla elektrikli araç var caddelerde. Almanya hükümeti, 2020’ye kadar sokaktaki elektrikli araç sayısını 1 milona çıkarmayı hedefliyor.
Hava yavaştan kararıyordu. Eşyalarım hala emanet odasında olduğu için onları alıp dolabıma yerleştirmem gerekiyordu. Hostele gittim, eşyalarımı boş olan odanın dolaplarından birine yerleştirdim. Hostelin internetinde sorun olduğu için dışarıdan bir yerden bağlanmam gerekiyordu. Dışarıya çıktım. Hostelin çaprazında 200 metre kadar yürüdükten sonra karşıma Starbucks çıktı. Gözümde birden wifi işareti belirdi (Para gören gözlerde dolar işaretinin çıkması gibi) Bir mocha alıp oturup internete girmek vardı gönlümde fakat fiyatlar beni korsan wifi kullanıcılığına itti. Zaten fazla kullanmayacaktım. Bir saat kadar ayakta bekleyip Foursquare’de sonradan yapılan checkinlerimi yaptıktan ve Instagram’da fotoğraflarımı paylaştıktan sonra hostele geri göndüm. Odama girdiğimde biri çantasını iki ranzanın arasına (odalar 4 kişilik) öylece bırakmış ve çekip gitmiş. Dolaptan birkaç eşyamı alayım derken sarışın biri odadan içeri girdi. Meğer yerdeki çanta onunmuş ve duş almaya gitmiş. Üstünü giyindikten sonra biraz konuştuk. Sohbet iyi sarmıştı. Hollanda’nın batısından Berlin’e kadar bisiklet sürmüş ve yaklaşık 6 gün boyunca dışarıda kamp kurmak zorunda kalmış. Küçük bir dijital fotoğraf makinesine çektiği fotoğrafları bana gösterdi. Epey sıcak kanlı ve komik biriydi. İkimiz de o kadar çok yorgunmuşuz ki konuşurken uyuyup kalmışız.
2. Gün
Sabah kahvaltı yapmaya lobiye indim. Kahvaltı ücretsizdi, gayet güzel de menüleri vardı. Gelenlerin çoğu uzakdoğuluydu ve tabaklarına baktığımda az az kahvaltılıklar aldıklarını gördüm. Bizde olsa “doldur abi” mantığı işlerdi. Neyse kibarlığı bir kenara bırakıp onlarınkinden biraz daha fazla miktarda kahvaltılık aldım ve bir masaya oturdum. Hollandalı oda arkadaşım benden sonra geldi ve tepsisini benim gibi doldurduktan sonra yanıma oturdu. Bugün neler yapacağını sordum. Etrafı biraz gezip daha sonra da Hollanda’ya trenle gidecekmiş. Ben de etrafı gezeceğimi söyleyince “birlikte gezelim o zaman” dedik. Kahvaltıyı bitirdikten sonra yukarıdan fotoğraf makinemi aldım ve yürümeye başladık. İlk durak Denkmal für die Ermordeten Juden Europas (Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı). Holokost olarak bilinen Nazi Soykırımına göre 6 milyondan fazla insan Auschwitz’de sistemli olarak (gaz odalarında) öldürülmüştür. Buna itafen de Berlin’de bu anıt yapılmıştır. 19.000 metrekarelik bir alana yerleştirilen 2711 adet beton bloktan oluşmaktadır. Sadece 1 yılda tamamlanan anıt mezar, Almanya’ya 25 milyon euroya mal olmuş.
Anıt mezarın içinde rahatlıkla dolaşabiliyorsunuz. Bazı bölgeleri ortalama bir insan boyunun yaklaşık 2 katına çıkabiliyor. İçinde ayrıca herhangi bir tehlikeye karşı önlem alabilmek için acil çıkış kapıları bile var. Aşağıda gördüğümüz sol taraftaki demir parmaklıkların bulunduğu yerde bir çıkış kapısı var.
Buradan Gedenkstaette Berliner Mauer (Berlin Duvarı Anıtı)‘na geçtik. Her yerde olduğu gibi burası da kalabalıktı. Berlin duvarının 60 metrelik bölümü burada hala duruyordu. Duvarın arkasına koyulan bilgi panolarını inceleyen insanların yüzlerindeki korku ve şaşkınlık görmeye değerdi. Meraklı gözlerle hemen hemen bütün yazıları okumaya çalışıyorlardı. Tabi bizim vaktimiz çok olmadığı için sadece fotoğrafları çektik ve sadece birkaç yazı okuyabildik.
İnsanların üzgün bakışları, duvarların griliği ve basık Berlin havasında depresif olmamak imkansız. Buradan hemen 4 dakikalık yürüme mesafesindeki başka bir yere geçtik: Checkpoint Charlie (Charlie Kontrol Noktası). Bu bölge zamanında Berlin Duvarı’nın kapısı niteliğindeymiş. Yani önemli üst düzey kişilerin (diplomatlar, elçiler, müttefik askerler ve onların aileleri) karşı tarafa geçebileceği, Doğu – Batı Berlin trafiğinin en çok yaşandığı bir bölge. İkinci Dünya Savaşı bittinten sonra karşı karşıya gelen Sovyet ve Amerikan tankları, askerleri bu bölgede birbirlerine tek bir kurşun dahi sıkmadan 16 saat beklemişler. Eğer o tarihte bu noktada bir kurşun sıkılmış olsaydı, belki de Üçüncü Dünya Savaşı çıkabilirdi. Bu gerginliği çözen kişi de Amerikan başbakanı J.F. Kennedy olmuş.
Buradaki Amerikaya ait asker kulübesi sadece göstermelik olarak koyulmuş. Gerçeği bir müzede saklanıyormuş.
Checkpoint Charlie’nin hemen yanında bulunan Berlin Duvarı parçaları dikkat çekiyor. Üzerilerine renkli boyalarla resim yapılan duvarlar turistlerin ilgi odağı olmuş. Savaş havasını bir nebze de olsa renklendirmek için koymuş olmalılar.
Checkboint Charlie’den sonra yönümüzü Kuzeydoğu’ya Berlin Katedrali’ne doğru çevirdik. 20 dakika yürüdükten sonra Bebelplatz’da durduk. Arvid (Hollandalı arkadaşım) bankamatikten para çekti ve yolumuza devam ettik.
Bebelplatz’dan Berliner Dom (Berlin Katedrali)‘e geçtik. Katedralin her tarafı yemyeşildi. Arvid, yürüyüş boyunca yanında tuttuğu bisikletini bir ağaca bağladı. Berliner Dom’un hemen sol tarafında müzeler bulunuyor. Pek merak edip bakmadık – ki Berlin’de epey bir müze var ve buna ayıracak vaktimiz yok. Berliner Dom, 1700’lülerin ortasında tasarlanmış ve anca 1900’lülerde bitmiş (Sagrada Famila gibi). İkinci Dünya Savaşında çok fazla hasar gördüğü için tekrar restore edilmiş ve bugünkü halini almış. 6 Euro’ya girilebilen bu katedralin en üst katına çıkıp Berlin manzarısını izlemek pahabiçilemez-miş (Polonya’daki oda arkadaşım Rafa’nın dediğine göre).
Yorulduğumuz için biraz ara verip çimlerde oturduk. Bu arada iki kişi, ellerinde profesyonel bir kamera ile birlikte yanımıza gelerek bizle röportaj yapmak istedi. Konu, Berlin’deki insan çeşitliliği (Diversity in Berlin). Hükümet ülkede çok fazla yabancı yaşamasına karşı çıkıyormuş ve bu yüzden diğer ülkelerden oturma vizesi isteyen vatandaşlara zar zor vize veriyormuş. Arvidle birlikte neden Berlin’de olduğumuzu söyledik. Bize eşantiyon ürünlerden verip yanımızdan ayrıldılar. Bizde kaldığımız yerden devam ettik.
Arvid, Hollanda’daki 2 samimi arkadaşının Berlin’de olduğunu öğrenmiş. “Onların yanına gidelim mi?” diye sordu. Tabi olabilir dedim ve buluşma noktası olan Alexanderplatz’a gittik. Yolda atıştırmak için bir ara McDonald’s’a girdik. Arkadaşlarıyla buluştuk. Meydanın kuzeybatısındaki bir pub’a gidip bir yandan bira içerken bir yandan da Arvid’in arkadaşları yaşadıkları ilginç şeyleri anlattı. Onlar hikayelerini anlatırken Avrupa’daki bir ülkede yaşamanın ne kadar avantajlı olduğunu anladım. Tatile Barcelona’ya 10-15 arkadaş gitmeler, Berlin’e gezmeye gelmeler falan filan. Sınav sistemlerinden de bahsettiler, ben de bizimkinden bahsettim. Bir ara ülkelerinin kalabalık olduğunu söylediler ve ben de İstanbul’un nüfusunu söyleyince susup kaldılar. Eğlenceli bir vakit geçirdik. Onlardan ayrıldıktan sonra tekrar Berliner Dom’un bulunduğu alana gittik. Gidene kadar “Acaba bisikletimi çaldılar mı?” diye endişelenip durdu. Normaldi çünkü Hollanda’da yılda 60.000 bisiklet ya çalınıyor ya da kayboluyordu. Neyseki bisiklet hala olduğu yerde duruyordu.
Arvid’in trene atlayıp Hollanda’ya dönmesi gerekiyordu. Beni hostele kadar yalnız bırakmadı ve otelin önündeki bisiklet parkında vedalaştık. Bir gün geçirmeme rağmen kanım çok ısınmıştı ve samimiyeti hoşuma gitmişti. Avrupa’daki bir çok kişi böyleydi ve sanırım Avrupa’yı Avrupa yapan şey buydu.
Arvid gittikten sonra odama gittim ve birkaç işimi hallettikten sonra tekrar dışarı çıktım. Bu kez ilk günkü gibi yalnızdım ama yalnız bırakılmış gibi hissediyordum. İlk olarak hostelin yakınındaki Konzerthaus Berlin‘e gittim. Daha önceleri (1800’lü yıllarda) tiyatro salonu olarak kullanılan Konzerthaus, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra konser salonu olarak kullanılmaya başlanmış.
Buradan tekrar yönümü kuzeydoğuya doğru çevirdim. Bir sonraki durak 5 farklı müzenin (Neues Museum, Alte Nationalgalerie, Altes Museum, Pergamon Museum ve Museum für Islamiche Kunst) bulunduğu bölgeydi. Önceden yaptığım plana göre buradaki Pergamon Müzesi’ni gezmem gerekiyordu fakat müzeler erken kapandığı için giremedim. Sadece dışarıdan bakmakla yetindim.
Müzeleri gezmediğim için çok da üzgün değildim. Fotoğrafları çektikten sonra hostele tekrar döndüm. Dönerken Guggenheim Berlin’i göreyim dedim ama yerini tam olarak bulamadım. Hostel’e gitim ve biraz birşeyler atıştırdım. Hostelden çıkıp bedava (beleş) internetin olduğu Starbucks’a vardım. Sanırım bu kez uzun kalmışım, anca checkinlerimi yapabildim ve fotoğraflarımı yükleyebildim. Odama gittiğimde uzakdoğulu bir bayan, eşyalarını dolaba yerleştiriyordu. Biraz konuştuk, Kore’den gelmiş. Berlin’den sonra Prag’a gidecekmiş ve ardından New York’a uçacakmış. Prag’ı da gezdiğimi ve mükemmel bir yer olduğunu söyleyince hevesi bir nebze daha arttı. Daha sonra Arvid’i, Hollanda’dan buraya 6 gün boyunca bisiklet sürdüğünü anlattım. “Deli” dedi Arvid için, bence de öyleydi. Bir Alman anne ve kızı odaya girdi fakat beni görünce yanlış oda olabileceğini düşünerek tekrar odadan çıktı. Sonra tekrar geldi tabi, hostel mantığını anlamamış zavallı. Onlar da Münih’den geliyorlarmış, Berlin’i gezmeye gelmişler. İlk defa hostelde kaldıklarını ve odada sadece bayanların olduğunu söylemişler :D. Ben de “Benden size zarar gelmez” mesajı vermeye çalıştım. Üstlerini değiştireceklerdi, dışarıya çıktım, lobiye indim. Geldiğimde herkes yatağına yatmış uyuyordu.
3. Gün
Sabah olduğunda duş almak için banyoya gittim. Bildiğin yurt usulü duşları vardı. sadece plastik örtülerle birbirinden ayrılıyordu. Duşumu aldıktan sonra kimse yokken sakal traşı oldum 😀 garip karşılarlar belki diye. Sonra da kahvaltımı yapmak için lobiye indim. Kahvaltılık yiyecekleri tabağıma doldurup bir fincan çayımı da aldıktan sonra masada yalnız başına oturan bizim Koreli’nin yanına oturdum. Bir yandan kahvaltı yaparken bir yandan da haritada gezdiğim yerleri anlattım. Kahvaltımızı bitirdikten sonra ayrıldık. Hostelden çıkış yaptım. Tegel Havaalanı’na en kısa nereden gidebileceğimi sordum. Bana bir harita verdi ve bünmem gereken metroların numaralarını söyledi. Ağır bavulum, el bagajım, sırt çantam ve kamera çantamla yürümeye başladım. Az ilerideki metro istasyonuna gittim. İlgili durakta indikten sonra yeryüzüne çıkıp bir diğer vasıtayı bekledim. Tegel’e vardım. Check-in için epey bir bekledim, kasa açıldığında hemen sıraya atladım. Görevli bayan biletimi birkaç kere okutmaya çalıştı ama cihaz okuyamadı. Bavullarımı oraya bırakıp Türk Hava Yolları’nın ofisine gittim. Ama bendeki o yusuf yusufluk ifadeyi görmeliydiniz. Ofisteki kadın içeriden bana doğru yaklaşarak şakayla karışık bir biçimde sistemdeki arızayı hallettiğini ve geri dönüp checkin yapabileceğimi söyledi. Çok korktuğumu söyledim, güldü. Tekrar checkin kısmına gittim ve bu kez sistemden giriş yapıldı. Çantalarımı verdikten sonra gate’deki bekleme salonuna gittim. Çok ilginç, normalde havaalanlarında gate’lerin olduğu yerlerde Duty Free’ler olur fakat Tegel’de, Berlin’in en büyük havaalanında bu yoktu. Eski olduğundandır heralde. Uçağımız yarım saat sonra geldi ve uçağa doğru yürürken gözümün önüne bütün bir yılda yaşadığım anılar geldi. Avrupa’dan ayrılmanın verdiği üzüntü ve Türkiye’ye, ülkeme kavuşacağımın verdiği sevinç iç içeydi. El bagajımı yerleştirdim ve kendimi lüks THY konforuna teslim ettim.
Berlin’i benim için unutulmaz yapan tarihi dokusundan çok Arvid’le geçirdiğim dopdolu bir gündü. Tabi Berlin’in o tarihi dokusuyla modern yapısının bir arada oluşu muhteşem. Görülesi bir çok tarihi mekana sahip bir şehir. Berlin, gezdiğim 22 Avrupa şehri arasında en modern olanı. New York’ta bile görmediğim derecede futuristik binalara sahip. Acının ve eğlencenin bir arada yaşanabileceği, nadide Alman şehirlerinin başında geliyor.
Hikayeyle karışık Berlin Gezisi yazım umarım hoşunuza gitmiştir. Yanlış bir bilgi verdiysem lütfen kusura bakmayın. Bu yazıyı okuyanlardan tek bir ricam var o da, yazı ile ilgili düşüncelerinizi aşağıdaki yorum bölümüne yazmanız.
Yazımı sabırla okuduğunuz için teşekkür ederim. Umarım sizin de kendi Berlin gezinizi yazabileceğiniz bir zaman olur.
Saygılarımla,
Caner.
1 Yorum
Güzel akıcı bir yazı olmuş eline sağlık canım