1. Gün
Budapeşte’den Viyana’ya trenle geldik. Kışın ortasında, uzun bir yolu içi sıcacık olan bir trenle gitmek pahabiçilemez bir duygu. Bir de Avrupa’da bir ülkeden diğerine giderken yapmak, daha da mükemmel.
Viyana’ya ilk adımımızı Wien Westbahnhof Tren İstasyonu’nda 9:30 gibi attık. Yılın ilk gününde orada olduğumuz için istasyonun her tarafında yılbaşı süsleri vardı. Hatta giriş kapısı ile merdivenlerin arasına, tam ortaya kocaman bir çam ağacı dikmişler. İstasyon, şehir merkezine yakın bir yerdeydi. Eşyalarımızı hostele bırakmak istiyorduk fakat checkin saati henüz gelmediği için etrafta dolanmamız gerekiyordu. Etrafta biraz gezindikten sonra hostele (A&O Wien Stadthalle Hotel) gittik. Gayet güzel bir hosteldi. Çalışanlar kibar ve saygılıydı. Eşyalarımızı bıraktıktan sonra önceden hazırladığımız haritamıza baktık.
Hostelden çıkıp tekrar Westbahnhof’a gittik. Oradan metroya binip şehrin kuzeybatısında bulunan Sigmund Freud Parkı’na indik. Hemen karşımızda Votivkirche vardı. Kirche Almanca’da klise demek. Vaktinde Avusturya – Macaristan imparatoru Franz Joseph, bir macarlı tarafından suikaste uğramış fakat şans eseri kurtulmuş. Joseph’in kardeşi, tanrıya şükranlarını sunmak amacıyla bu büyük kliseyi yaptırmak istemiş. Bunun için halktan yardım istemiş. 300 bin kişi de bu çağrıya kulak vermiş ve gotik tarza sahip olan bu kliseyi yaptırmışlar. 1860’lardan bu güne kadar hala taş gibi duruyor.
Klisenin hemen çaprazında Viyana Üniversitesi yer alıyor. 1365 yılında yapılmış, dile kolay. Dünyanın en iyi üniversiteleri listesinde hep üst sıralarda yer alıyor. Sokakta ilerledikten sonra Rathaus Wien (Viyana Belediye Binası)‘ı gördük. 1883 yılında yapılan binanın tepesinde bir heykel (Rathausmann) bulunuyor. Bu heykel Viyana’nın sembollerinden biri sayılır. Hemen yan tarafında da kendisine ait büyük bir park bulunuyor. 2012 yılında binayı restore etmek için yaklaşık 35 milyon euro harcanmış ve tahminen 2020 yılında bitecekmiş.
Ringstrasse Caddesi üzerinde biraz daha yürüdükten sonra bu kez karşımıza ülkenin parlamento binası çıkıyor. Bina Yünan mimarisine yakınlığıyla bilinen bir mimar tarafından 1883 yılında tamamlanmış ve Franz Joseph mimarı onurlandırmış. İkinci Dünya Savaşı sırasında çok hasar almış ve restore edilmiş. Binanın içinde yüze yakın oda bulunuyor. Hatta toplantı salonları, kütüphane, lobiler, yemek odaları, barlar ve fitness salonları bile var. Avusturya Başkanı her yıl 26 Ekim’de, yani Avusturya’nın Kurtuluş Günü’nde burada konuşma yapıyor.
Rathaus’un biraz aşağısında birçok müzenin bulunduğu Museumsquartier bölgesine gidiyoruz. Yaklaşık 60.000 metrekare alana yayılan bu müze topluluğu, dünyanın en büyük sekizinci kültür merkezidir. Museumsquartier önceden kraliyet atlarının yetiştirilip bakımının yapıldığı bir alanmış. Fakat 1998 yılından sonra restore edilmiş ve bugünkü halini almış. Toplamda 150 milyon euro’ya mal olmuş.
Bu kapıdan içeriye girdikten sonra karşımıza ilk Mumok çıkıyor. Tam açılımı Museum Moderner Kunst (Modern Sanat Müzesi) olan müzede 7000’den fazla modern ve çağdaş sanat çalışması var. Pablo Picasso ve Andy Warhol gibi ünlü ressamların da bulunduğu birçok sanatçının eserlerini de burada görmek mümkün.
Museumsquartier bölgesinden çıktıktan sonra karşı tarafa geçiyoruz. Hemen sol tarafımızda Naturhistorishes Museum (Doğa Tarihi Müzesi) bulunuyor. Burada bir çok canlı türü muhafaza ediliyor. Dinazor yumurtalarından, doldurulmuş hayvanlara; astronotlarca getirilen ay taşından, zengin böcek koleksiyonuna aklınıza gelebilecek hemen hemen her şey bulunuyor. Hatta aralarında dünyaya düşen göktaşları bile bulunuyor.
Müzenin bulunduğu yerin tam karşısında Maria Theresie’nin heykeli bulunuyor. Maria Theresie, Habsburg Hanedanı’nda devleti yöneten tek imparotoriçesidir. Maceristan kraliçesi ünvanı da vardır. Ayrıca kocası 1. Franz’ın, Kutsal Roma İmparatoru seçilmesi üzerine Kutsal Roma Kraliçesi ünvanını da kazanmıştır. Kocasının ölümünden sonra devletin başına geçmiştir. Heykelinin bulunduğu meydana da kendi ismi, yani Maria Theresien Platz ismi verilmiştir.
Yoğun araba trafiğinin olduğu Burgring Caddesi’nden karşıya geçtik ve Heldenplatz’a vardık. Büyük bir kapı vardı. Birçok turist bu yönde gidiyordu.
Gördüğünüz gibi bir çok plastik bidon etrafa saçılmış. Bir kamyon kaza yapmıştı. Kapıdan geçtikten sonra sağ tarafa yöneldik. Karşımızda Hofburg İmparatorluk Sarayı bulunuyordu.
Saray 13. yy’da yapılmış ve o zamandan yakın zamana kadar bir çok önemli kişilere, Avusturya hanedanına ve Avusturya – Macaristan İmparatorluğu krallarına ev sahipliği yapmış. Kışları vakitlerini burada geçiren hanedanlar, yazın da Schönbrunn Sarayı’na gidermiş. 1279 yılında Hofburg Bölgesi, yönetimin merkezi olarak kabul edilmiş. Yapımından sonra ek olarak birkaç bina daha yapılmış (Amalienburg, Hofburgkapelle, Naturhistorisches Museum, Kunsthistorisches Museum, Hofbibliothek, Schatzkammer, Burgtheater, Spanische Hofreitschule, Stallburg & Hofstallungen ve Hofburg Kongresszentrum).
Sarayda 4.5 milyondan fazla sanat eseri bulunuyor. Kompleks, eski imparatorluk daireleri, birkaç müze, bir şapel, bir kilise, Avusturya Ulusal Kütüphanesi, Kış Binicilik Okulu ve Avusturya başkanlık makamlarından oluşuyor.
Bölgeyi biraz gezdikten sonra hava karardı ve hostele gittik. Yemek yemek için bir fastfood dükkanı bulmamız gerekiyordu. Hostelin biraz aşağısında bulunan Lunger City isminde küçük bir AVM’de Burger King bulduk. Fiyatlar uçuktu aslında. Yani TL’ye vurunca bir menüyü yaklaşık 22 liraya alabiliyorduk. Açtık, mecbur birer menü aldık. İlk önce gözümüzü doyurduk çünkü şu zamana kadar hiç bu kadar pahalı bir burger yememiştik. Karnımızı doyurduktan sonra tekrar hostele gittik. Akşam dışarı çıkmak istiyorduk, ne de olsa elimizde gün boyu kullanabileceğimiz bir metro bileti vardı. Şehrin bir ucu sayılan Leopoldstadt’taki Prater Eğlence Parkı’na gittik.
Parkta, 65 metre yüksekliğinde olan ve 1898 yılında yapılan Wiener Riesenrad (Viyanalı Dev Teker)‘ı gördük. Kendisi dünyanın ilk dönme dolapları arasında yer alıyor. Ayrıca 1920 ve 1985 yılları arası dünyanın en büyük dönme dolabıymış. İkinci Dünya Savaşı’nda hasar görmüş, daha sonra restore edilmiş. Viyana halkı tarafından sanat eseri olarak görülen bu dönme dolap, turistlerin şuanki odak noktalarından bir tanesi. Çok pahalı olduğu için binip Viyana’nın muhteşem akşam görüntüsünü göremedik (Hamburger menüsü bile 22 lira, düşün).
Biraz daha etrafı dolaştıktan sonra müze olarak kullanılan bir binaya girdik. Kapanması için 15 -20 dakika vardı. Bomboş görünüyordu. Hediyelik eşya olarak neler alabiliriz diye baktım. Pek güzel şeyler yoktu fakat kasaya yaklaşında birkaç anahtarlık gördüm. Genellikle böyle turistik şehirlerde tabiri yerindeyse dandik eşyalar yapıp turistlere ortalama fiyattan veriyorlar. Şu ana kadar dolgun duran bir hediyelik bulamadım. Neyse ki bu anahtarlıklardan birkaç tanesi böyleydi. Tam hatırlamıyorum ama 7 Euro’ydu aldığım anahtarlık.
Müzeden çıktıktan sonra eğlence parkında sadece bizim kaldığımızı farkettik. Hızlı adımlarla metro durağına doğru yürüdük. Metroya bindik ve hostelin yakınlarındaki durakta indik. Biraz yürüdükten sonra hostele vardık. Epey yorulmuştuk, üstümü değiştirdikten sonra yatağımda deliksiz bir uykuya daldım.
2. Gün
Sabah kalktıktan sonra marketten aldığımız birkaç atıştırmalık yüyecekle karnımızı doyurduk. Günlük planımızı yaptıktan sonra metroya doğru yürüdük. İlk durağımız şehir merkezinin hemen doğusunda kalan Hundertwasserhaus‘dı.
Hundertwasser, Avustruyalı bir sanatçı olan Freidensreich’in soyadı. 1983-1986 yılları arasında yapılan binanın diğer binalardan ayıran bir çok özelliği var. Binanın dizaynı kesinlikle normal br bakış açısıyla yapımamış. Gördüğünüz her şey farklı. Neredeyse hiçbir yerinde düz bir öge kullanışmamış. Ayrıca bütün parçaların kendine özgü renkleri var, biri diğerine benzemiyor.
Bina, F. Hundertwasser’in fikri fakat mimarlık sertifikası olmadığı için asıl mesleği mimarlık olan Joseph Krawina ile çalışmış. Binanın terasında yaklaşık 250 adet ağaç ve çalılıklar var. Ayrıca bazı ağaçlar da evin bir odasından çıkıyor ve terasa ulaşıyor. 52 adet daire, 4 adet dükkan, 16 adet özel teras ve yamuk yumuk merdivenlerden oluşuyor. Bina, bir çok turist tarafından Viyana’da “kesinlikle görülmesi gereken yerler” listesinde. Freidensreich şunu söylemiş:
Ressam özgür olmak istediği evler ve mimarler hayal eder ve bunu da gerçekleştirir.
F. Hundertwasser bu bina dizaynı için hiç para almamış, binanın buna değer olduğunu belirtmiş.
Bina, bu büyük kolonların üstünde yer alıyor. Fotoğrafın hemen sağ tarafında kalan bölümde küçük bir avlu bulunuyor. Orada da yine çalılıklar, ağaçlar var. Biraz daha ileride Hundertwasser Village diye bir yer var.
Eğlence parkında olduğu gibi burada da hediyelik eşyalar satan bir dükkan var. Bu yapıyı da yine Friedensreich tasarlamış, 1990 – 1991 yılları arasında. Bina daha önce araba tekeri üreten bir fabrika olarak kullanılıyormuş fakat sonra turistlere bilgi vermeyi amaçlayan bir turist center haline getirilmiş.
F. Hundertwasser, Hundertwasser Village açılışında şunları söylemiş:
With the Village for my friend Kalke I realized another piece of a more human and nature orientated architecture. I have been working as a doctor for architecture so to say. We did not tear down and rebuild it but used existing building fabric and improved it by changing and adding to the building and inserting components with new shapes and colours.
İnşaatından 20 yıl sonra binanın üstünü tamamen bir bitki örtüsü kaplamış. Binanın terası, kuşların yuva yaptığı, yaklaşık 15 metre yüksekliğinde 30 ağaca ev sahipliği yapıyor. Hundertwasser Village, yılda yaklaşık 1.2 milyon turisti ağırlıyor.
Binanın içinde yok yok. Sanata dair bir çok tanıtıcı kitap, tablo ve hediyelik eşya bulunuyor. Hatta alakasız şeyler bile var. İçerinin dizaynı gerçekten çok etkileyici. Merdivenlerden çıkıp yukarıdan aşağıdaki insanları izlemek mükemmel.
Etrafı biraz dolaştıktan sonra tekrar şehir merkezine, Kohlmarkt’e gittik. Şehrin en eski caddelerinden bir tanesi olan Kohlmarkt’te çok fazla dükkan var. İstiklal Caddesi’ne benziyor.
Caddenin sonu Michaelerplatz’a açılıyor. Etraf yine kalabalık. Hemen hemen her yerde turistler var, arı kovanı gibi meydan. Tam karşımızda, Hofburg Bölgesi’nin doğusunda kalan, yukarıda bahsettiğim Hofburg İmparatorluk Sarayı’nın bir bölümü olan Spanische Hofreitschule (İspanyol Binicilik Okulu) vardı.
İsmi, Habsburg Monarşisi zamanında 1572 yılında konulmuş ve kendi kategorisindeki en eski okulmuş. Dresaj (Fransızca’da terbiye etmek demek) atlarının (Lipizzaner Atları) bulunduğu bu okulda atlar, standartize edilmiş eğitim yöntemlerini, bir atın doğal atletik yeteneklerini gelen misafirlere göstermektir. Salona gelen bir çok soylu insan, atların bu zarif hareketlerini gördükçe mutlu olurlarmış. Biraz daha yaklaşınca görkemli giriş kısmını daha net görebiliyoruz.
Gördüğünüz gibi giriş kapısında Yünan Mitolojisi’nden esinlenerek yapılmış heykeller var. Demir kapının üstündeki desen şaheser gibi. Biraz daha yakından bakınca üzerinde ne kadar çok uğraşılmış olduğunu anlıyorsunuz.
Kapıdan içeri girdikten sonra kapkaranlık bir yerde buluyoruz kendimizi. Fotoğrafa göre sağ tarafta bir kapı bulunuyor. Bu kapıdan girildiğinde atların antreman yaptığı bir salon çıkıyor. Salonda fotoğraf çekmek yasak. Fotoğraf çekildiğini farkettiklerinde hemen anons yapıyorlar. Çok fazla vakit kaybetmeden yolumuza devam ediyoruz. Hemen sol taraftan ilerlediğimizde İspanyol Binicilik Okulu’nın meydanına çıkıyoruz. Meydanda bulunun bir anıt, Joseph Franz’a ait.
Bu küçük meydanın hemen önünde bulunan Heldenplatz’a yürüyoruz. Sağ tarafımızda dün akşam üzeri ziyaret ettiğimiz İmpratorluk Sarayı bulunuyor. Birkaç fotoğraf çektikten sonra yolumuza devam ediyoruz.
Hofburg’un ön ve arka tarafında iki park var. Büyük olan Volksgarten (Saray ve Parlamento arasındaki park), küçük olan da Burggarten. Hofburg’tan çıktıktan sonra sol tarafa dönüyor, Ring Caddesi üzerinden Burggarten’e geçiyoruz. Bu arada Ring Caddesi (Ringstrasse)‘nden bahsetmedim. Ring denilmesinin nedeni, Viyana’nın birinci bölgesi olarak adlandırılan tarihi kent merkezinin etrafını çevirmesidir. Bu cadde daha önceden şehir suruymuş. Sular 13. yy’da yapılmış. Hatta Osmanlı’nın Viyana Kuşatması (1529) da bu surların etrafında gerçekleşmiş. 18. yy’ın başlarında Napolyon Viyana’yı kuşatmış ve şehri ele geçirmiş. Gittiğinde de Avusturyalılar bu surların artık işe yaramadığını anlamışlar. Zaten bu dönemde diğer Avrupa ülkeleri de kendi surlarını çoktan yıktırmış. Şehir suru, Avusturya İmparatoru Joseph II (Efsanevi Prenses Sisi’nin kocası) tarafından yıkılmış ve yerine caddeler inşa edilmiş. Caddelerin etraflarına ağaçlar koymayı da ihmal etmemişler – ki diğer büyük şehrilerde de bu böyleymiş.
Surlar yıkıldıktan sonra Sarayın arka kısmı da bahçe olarak değiştirilmiş. Adını da Burggarten koymuşlar. Bahçede çok fazla heykel var. Bunlardan bir tanesi bir aslan ile savaşan Herkül’ü betimleyen heykel. İmparator Franz I’in heykeli de bu bahçede bulunuyor. En çok fotoğrafı çekilen heykel ise kuşkusuz Mozart’ın heykeli. 1896 yılında yapılmış.
Mozart’ın heykelinin biraz ilerisinde bulunan Palmenhaus’u ziyaret ediyoruz. Kendisi büyük bir sera. Dünyanın bir çok yerinden gelen bitkiye ev sahipliği yapıyor.
Palmenhaus, 1882’de açılmış. Kategorisindeki en büyük sera olarak biliniyor. Gördüğünüz bu serada yaklaşık 4500 çeşit bitki bulunuyor. Serada ayrıca bir çok çeşit kelebek de bulunuyor.
Burggarten’den ayrıldıktan sonra biraz ileride bulunan, dünyanın en güzel 2-3 opera binasından bir tanesi olan Staatsoper’e (Viyana Devlet Opera Binası) gidiyoruz.
(Viyana diyince zaten akla ilk müzik geliyor. Özellikle de Opera.) Daha önce Wiener Hofoper olarak adlandırılıyormuş fakat Habsburg Monarşisi’nden Avusturya Cumhuriyet sistemine geçildikten sonra Staatsoper olarak değiştirilmiş. Fotoğrafa bakıldığında pek yüksek değilmiş gibi duruyor fakat opera binasının salonu 6 kat yüksekliğinde. İçeriyi gezmek için 7.5 €’u gözden çıkarmak gerekiyor. Tabi opera izlemek istiyorsanız bu fiyat oturduğunuz koltuk yerine göre değişiyor. Sahnenin önündeki koltuklarda oturup opera izlemek istiyorsanız, opera binasına cebinizce en az 250€ ile gelmeniz gerekiyor.
Opera binasını geçtikten sonra şehrin en popüler alışveriş caddesi olan Karntner Caddesi’ne gidiyoruz. Trafiğe kapalı olan bu caddede birçok bütik mağaza ve Svarovski kristalleri satan dükkanlar var.
Bu cadde Roma İmparatorluğu’ndan bu güne kadar kullanılmaktaymış. O zamanlardaki ismi Strata Carinthianorum olan cadde şehir merkezinden – ki o zamanlar şehir sadece Ring Caddesi içindeki alandan ibaretmiş – şehir surlarına kadar giden bir bağlantıymış. Caddenin üzerinde İkinci Dünya Savaşı’ndan hasarsız kurtulan sadece birkaç soylu ailenin binası varmış. 19. yy’da şehrin merkezi alışveriş caddesi olarak adlandırılmaya başlamış ve 1974 yılından itibaren caddeye araba girişi yasaklanmış. Tarihi binaların, geleneksel ürünler satan marketlerin ve modern yapıya sahip mağazaların bulunduğu çok çeşitli bir cadde. Dünyaca ünlü bir çok markanın mağazalarını görmek mümkün.
Karntner Caddesi’nin sonunda, sol tarafta Graben Caddesi bulunuyor. Yaklaşık 50 metre ilerisinde Pestsäule (Veba Anıtı) var.
“Kara Ölüm” olarak bilinen Veba Hastalığından Viyana’da nasibini almış. O dönemde Avrupa’da yaşayan 75 milyon insandan 25 milyonu Veba yüzünden hayatını kaybetmiş. 1679 yılında şehri altüst eden son büyük Veba salgını sırasında kenti terk eden imparator I. Leopold, salgın bittikten sonra bir anıt yaptıracağını söylemiş.
Biraz Veba Hastalığı’ndan bahsedeyim:
Ağrılar, ateş ve bulantıyla başlıyor. Dirseklerde ve kasıklarda küçük mor baloncuklar oluşuyor. Daha sonra bunlar büyüyor ve yumurta büyüklüğüne varıyor. En sonunda patlayarak hastayı rahatlatıyor fakat hasta kısa süre içinde ölmüş oluyor. Veba salgını, o zamanlar şeytan işi olarak görülüyormuş. Bir çok masum insan bu yüzden öldürülmüş. Hatta karanlıkta gözleri parlayan kediler, şeytanın yeryüzündeki ruhları olarak betimlenilen şeytanların büyülü hayvanları olarak sanılıyormuş. Kediler de masum insanlar gibi katledilmiş. Fakat kedilerin öldürülmesinden sonra salgın daha da yayılmış. Bunun nedeni virüsün bir fare türünün bitinde yaşıyor olmasıymış. Kediler ölünce yeterince iyi olmayan kanalizasyon sisteminde yaşayan fareler, sayıları artınca yer yüzüne çıkmışlar ve salgını daha da kötü hale getirmişler.
Graben ve Karntner Caddesi’nin kesiştiği noktada Stephansdom (Aziz Stefen Katedrali) bulunuyor.
Viyana’nın en önemli singesi olarak biliniyor. Genel olarak Gotik tarzda dizayn edilen katedral, 1147 yılında inşa edilmiş. Bundan önce yapılan iki klisenin üzerine inşa edilmiş. O zamanlar Viyana’nın en yüksek yapısı olan katedralin kulesine bir memuriyet kurulmuş. Bu memurların görevi, yaklaşan Osmanlı ordusunun geldiğini büyük çanı çalarak Viyanalılara haber etmekmiş. Tabi Osmanlı gittikten sonra bu memuriyeti kaldırmışlar. Napolyon’a yenik düşmelerinin sebebi bu olabilir 😀
Katedralin etrafında bir tur attıktan sonra biraz ilerideki Mozarthaus‘a gidiyoruz. Mozarthaus, Mozart 1784’te bu binadan birkaç oda kiralamış. 1941’de, Mozart’ın ölümünün 150. yılı nedeniyle bu odalar halka açılmış.
Mozarthaus’dan sonra Karlsplatz’a geçiyoruz. Burası, Viyena’nın ulaşım merkezlerinden bir tanesi. Merkez metro istasyonu burada bulunuyor.
Karlsplatz’a akşam karanlığında gelinmesi kesinlikle önerilmiyor. Çünkü karanlık olduğunda bu bölgede uyuşturucu satıcıları dolaşıyor. Gerçi Viyana her yönüyle güvenilir bir şehri sayılır ama yine de uyarıları dikkate almak gerek.
Meydandaki en ünlü yapı kuşkusuz Karlskirsche.
1713 yılında İmparator 4. Karl tarafından yaptırılmış. 1570’lerde ortaya çıkan cüzzam hastalığına çare bulan Kardinal Karl Borromaeus adına yapılmış kilise. Kilisenin önünde yuvarlak bir sığ havuz var ve havuzun ortasında da bir piyano. Islanmayı göze alanlar piyanonun yanına gidip çalabiliyorlar.
Karlskirsche’den sonra yürümeye devam ediyoruz. Belvederegarten’in en uç kısmında bulunan bir anıtın yanına gidiyoruz. İsmi Heldendenkmal der Roten Armee (Sovyet Savaşları Anıtı).
Beyaz mermerden yapılan yarım çember şeklindeki anıtın ortasında bulunan bu sütunun boyu 20 metre. Üst kısmında da kızıl ordudaki bir askeri betimleyen bir heykel bulunuyor. Viyana hükümeti 1945’de (İkinci Dünya Savaşı zamanı), Viyana Taarruzu sırasında hayatını kaybeden 17.000 kızıl ordu askerini anmak için inşa etmiş. Çok ilginç bir durum aslında. Düşünsenize, adamlar ülkenizi işgale geliyor ve siz onlar için bir anıt yaptırıyorsunuz. Enteresan.
Anıtın hemen önünde The Morning Line isimli bir sanat eseri bulunuyor.
Matthew Ritchie tarafından yapılan bu eserde artistlerin, mimarların, mühendislerin, fizikçilerin ve müzik sanatçıların kendi alanlarındaki bilgi birikimlerini kullanarak katkıda bulunabilecekleri bir sanat eseri yaratılmak istenmiş. 2009’da İspanya’daki Sevilla’da, 2010’da İstanbul’da, 2012’de de Viyana’da sergilenen bu eser son olarak burada kalmış.
Biraz yukarıda kalan Belvedere’ye gidebilmek için otobüs durağı arıyoruz. Yokuş yukarı olan caddede biraz tırmandıktan sonra bir durak buluyoruz. Otobüse bindikten sonra Belvedere‘de iniyoruz.
Belvedere kelimesi İtalyanca’da “güzel manzara” demektir. Belvedere Sarayı 1668 yılında yapılmış. Viyana Kuşatması’nda savunmayı yöneten ve başarılı olan Prens Eugen Savoy’a hediye edilmiş bir saraydır. Prens daha sonra Osmanlı’dan Belgradı alarak daha da başarılı olmuştur. Belvedere Sarayı iki bölümden oluşuyor: Yukarı (Upper) Belvedere, Aşağı (Lower) Belvedere. Yukarı Belvedere’de her zaman sergi vardır fakat Aşağı Belvedere’de sergi fazla yapılmaz. Yukarıda gördüğünüz saray, Yukarı Belvedere Sarayı. Belvedere Sarayı’nı asıl önemli kılan özellik ise İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avusturya’nın özgürlüğüne kavuştuğu antlaşmanın burada imzalanmasıdır.
Belvedere’de, Orta Çağ ve empresyonist akımın en önemli temsilcilerinin eserleri bulunmakta, Van Gogh gibi. Aslında Belvedere’de en çok eseri sergilenen kişi Gustav Klimt. Kendisi bir Avusturyalı ve Hundertwasser Village’un her yerinde gördüğümüz eseri olan “The Kiss“, burada yer alıyor.
Upper Belvedere’nin önünde kocaman bir havuz var. Gördüğünüz gibi soğuktan donmuş durumda. Sarayın ön tarafında ise Belvederegarten bulunuyor.
Belvederegarten çok büyük, uzunlamasına tasarlanmış olan bir bahçe. Fotoğrafın tam ortasındaki üstü siyah bir çatı ile örtülmüş olan saray da Lower Belvedere Sarayı. Bu sarayda daha az koleksiyon bulunuyor.
Belvedere’yi de gezdikten sonra şehrin merkezine tekrar döndük. Şehri bir de akşam görmek istedik. Kartner Caddesi ve Staatsoper o kadar ışıl ışıl olmuştu ki… Oradan bir metroya atladık ve hostelimize gittik. Adana’dan tanıştığım bir arkadaşım burada yaşıyordu. Sabah mesajlaşmıştık akşam buluşalım diye. Onunla buluştuk akşam, eğlenceli vakit geçirdik birlikte 😀 Daha sonra tekrar hostele geçtik. Uzun ve yorucu bir günü geride bırakmıştık.
3. Gün
Sabah check-out’ımızı yaptık. Daha önce hamburger yediğimiz AVM’ye gittik, bir şeyler yedikten sonra merkez otobüs terminaline gittik. Oradan da Slovakya’ya geçtik. Viyana ile Bratislava arası yaklaşık 1 saat sürüyordu. Planımız, küçük bir şehir olan Bratislava’ya tek bir gün ayırmaktı.
Viyana gezimiz güzel geçmişti aslında. Gezdiğimiz diğer şehirlere göre biraz daha yeni sayılırdı çünkü İkinci Dünya Savaşı’nda çok fazla hasar görmüşlerdi. Viyana’da vakit ayıramadığımız tek şey Schönbrunn Sarayı’ydı. Çok güzel bir saray olduğunu biliyorum fakat genel olarak Viyana’ya baktığımda, karşılaşacağım manzaranın diğerlerinden farklı olacağını düşünmüyorum. Koskoca Hofburg Sarayı böyleyse, Schönbrunn Sarayı da az çok buna benzeyen bir şeydir. En azından kendimi böyle telafi ediyorum.
Eğer planınız Viyana’ya gitmekse, 2 gün pek yeterli bir zaman değil. Para sıkıntımızdan ve kısıtlı zamandan dolayı sadece etrafı gezdik. Çoğu müzeye, binaya girip içinde neler varmış diye bakamadık. Viyana’yı çok merak ediyorsanız, 5 gününüzü burada geçirin. O 5 gün bence fazlasıyla yetecektir.
Tschüss Wien!
Yorum Yok